Tek Olmayan Devrim

Yazan: Simon Tormey
Çeviri: K. Murat Güney

“Uyumak, belki düş görmek, ah işte pürüzler orada” (Hamlet)

Gözlerimi kapıyorum ve ‘devrimi’ düşlüyorum. Ne mi görüyorum? Dünya, biraz koyu kahverengiye çalsa da, siyah-beyaza dönüyor. Hafif dökülmüş saçları ve sivri keçi sakalı ile beyaz bir erkek görüyorum. Sınıf mücadelesine, kahramanca işlere, insanların ve makinaların kusursuz bir uyum içinde çalıştığı yeni ve iyimser bir görüşe, acılardan azad, yabancılaşmadan azad bir geleceğe dair mesajından coşkuyla ilham alan bir dinleyici kitlesine hareretli bir söylev veriyor. Bahsettiği dünya, şimdiki zamandan mutlak ve tam bir kopuş. Bu, bizim dünyamızın acı ve korkularının, açlığın ve ızdırabın yok olduğu bir dünya. Bu kel adamı dinleyenler, oraya nasıl ulaşacaklarını düşünüp bu süreci ‘devrim’ olarak adlandırdıkları zaman, içinde bulundukları dünyadan radikal şekilde farklı bir dünya tahayyül etmeye çalışıyorlar. Bu bir devrim, reform değil – zaten eğer istedikleri bugün varolandan bu denli radikal şekilde farklı bir dünya ise bu başka nasıl olabilir ki? HAYIR, bu bir devrim, hızla dönen bir enerji, arzu ve dayanışma girdabı olmalı. Biraz acı görüyorlar, ama bu acı, bulundukları noktada yerinde saymaktan duydukları acı kadar etkili değil. Bazı mermiler ateşlendi, çığlıklar, silahlar, bombalar, idam mangaları. Düş, siyaha dönüyor.
Okumaya devam et

Darwin'in Kabusu Ya da Afrika'dan Konuşmak

Biraz da Afrika’dan konuşalım… Açlıktan, kıtlıktan, sömürüden, soykırımdan, içsavaşlardan, dışsavaşlardan.. Hala kaldı mı böyle yerler? Can sıkıcı şeyler…

Bu sefer Afrika’ya dair bir filmden bahsetmek istedim. Türkiye’de ve daha birçok yerde gösterime girmemiş, belki de hiç gösterime girmeyecek, böylece içimizin sıkılmasına, gönlümüzün daralmasına yol açamayacak bir filmden. Bize bilmediğimiz, bilmek de istemediğimiz şeyleri gösteren son derece sıkıcı bir filmden. Avusturyalı yönetmen Hubert Sauper’in 2004 yapımı Darwin’s Nightmare (Darwin’in Kabusu) adlı filminden söz ediyorum. Son derece durgun, provakatif olmaktan uzak anlatımıyla, kara kıta Afrika’nın, beyaz adamın eliyle kirletilmiş kem talihine ışık tutan yüz dakikayı aşkın bir belgeselde izliyoruz Darwin’in Kabusu’nu. Ne Michael Moore’unkiler gibi manipulasyonlar var bu belgeselde ne de Afrika’yı konu alan son dönem yarı-belgesel filmlerden biri olan Hotel Rwanda’daki gibi kan gövdeyi götüren soykırımlar. Bilakis olan biten son derece açık son derece doğal bir şekilde tüm çıplaklığıyla ortaya konuyor. Artık taraf tutmaya, ajitasyon yapmaya, kan, yara, ölü göstermeye hiç mi hiç lüzum yok. Çünkü sömürü, yıkım ve çürüme gündelik hayatın her zerresine değin ulaşmış, çünkü artık insanlar her gün yavaş yavaş eriyor, AIDS’ten, yoksulluktan, açlıktan, işsizlikten an be an tükeniyor. Tüm bunlar Afrika için olağan, sıradan görüntüler. Belgesel de son derece yalın bir biçimde bugün, şu anda, hemen yanı başımızda Afrika’daki olağan gündelik yaşamı yansıtmaktan başka hiçbir şey yapmıyor aslında. Belki de o yüzden Darwin’in Kabusu, izleyenlere Hotel Rwanda’daki kanlı katliamlardan çok daha korkunç, çok daha acıtı, çok daha karanlık geliyor. Afrika münferit bir katliamla yahut geçici bir kıtlıkla boğuşmuyor. Sömürünün bu kadar olağanlaştığı, bu kadar sıradanlaştığı bu coğrafya, geri dönüşü imkansız topyekun bir yıkımın içine doğru savrulup gidiyor.

Biraz da Tanzanya’dan konuşalım isterseniz… Tanzanya’dan, dev tatlı su balıklarından, kendi ülkelerinde avlanan balıkları alacak parası olmayan Tanzanyalılar’dan, pek tabii o balıkları afiyetle tüketen AB vatandaşlarından ve o balıklar karşılığında Afrika’ya para göndermek yerine tank, top ve mermi gönderen Avrupalı silah tüccarlarından. Zira Darwin’in Kabusu, Afrika genelinde ama Tanzanya özelinde olan bitenleri konu ediniyor. Tanzanya mı, orası da neresi diyebilirsiniz. Bilmiyorsanız ne olur üstünüze alınmayın, alınacaksak hep beraber alınalım; çünkü filmi izlemeden önce ben de pek bilmiyordum Tanzanya neresidir. Oysa Nil Nehri’nin kaynağını aldığı Afrika’nın en büyük gölü Victoria’nın güney kıyısı boyunca uzanan, Türkiye’den biraz daha büyük ebadlarda, otuz milyona yakın nüfusa sahip, balığı, mısırı, kahvesi, pamuğu, tütünü ile doğası zengin, halkı ise tüm bu kaynakları kullanmaktan yoksun büyükçe bir ülkeymiş Tanzanya.
Okumaya devam et

Kaos GL'den Ali Erol ile Devrim Üzerine Söyleşi

Tarih: 20.04.06
Saat: 10.15 – 12.00
Yer: Kaos GL Derneği, Ankara
Söyleşenler: Murat Güney (MG), Canay Özden (CÖ), Ali Erol (AE)

MG: Herkese sorduğumuz ilk soruyla başlayalım. Sizin için devrim ne ifade ediyor? Devrimi nasıl görüyorsunuz, kendi adınıza nasıl tanımlıyorsunuz?

AE: Ben sonuçta kendi hayatımdan hareketle bu soruya cevap verebilirim. Belki eşcinsel olmam, eşcinsel olmamın çok erken yaşlarda farkına varmam, bununla ilgili hayatı algılayışım ve halihazırdaki ilişkilere adapte olmam ya da olamamamın çatışmalarından dolayıdır belki. Çocukluğumda köyde, sonra Mersin’de hep bir farklılık, bir uçluk, veya bugünden bir terimle baktığımızda radikal bir konumlanış, radikal bir ötelemeyle karşı karşıya kaldığımı hatırlıyorum. Doğrudan devrim adıyla lise döneminde dışarıdan bir heyecanı şimdi paranteze alırsak örneğin, üniversitede kendine devrimci diyen insanlarla karşılaşıyorduk. Aslında benim de, eşcinsel olmamı homofobisinden arınmasa bile benimle ilişkilenme anlamında kendisine sorun etmeyen heteroseksüel bazı arkadaşlarımın da örneğin bir devrim hayali vardı. Kendilerini “Ben devrimciyim” diye tanımlamasalar da devrim için bir şeyler yaptıklarını düşünürlerdi, düşünürdük. Ama örneğin devrimin veya devrimciliğin asıl sahibiymiş gibi olan, kendi aralarında da anlaşamayan bazı gruplar, insanlar bizi devrimci olarak görmezlerdi. Ben o zaman şeyi fark etmiştim. Yani ben elimden geldiğince, aklımın erdiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorum, bu toplumu dönüştürmeye, ilişkileri dönüştürmeye çalışıyorum. Ben devrimci olmuyorum ama benimle aynı okuldaki insanlar üç tane sloganla hayat boyunca devrimci olabiliyorlar. Örneğin ilk benim kırılma noktam veya farkına varma, ayırt etme noktam herhalde o döneme tekabül ediyor. O benim için devrim, devrimci, devrim için mücadele etmek, amiyane deyişle “e iyi de neyi devireceğiz, yerine ne koyacağız?” anlamındaki soruların kendiliğinden gündeme gelmesi, günışığına çıkması, arkadaşlarımızla formel ya da informel bu soruları masaya yatırmamıza vesile olmuştu. Çünkü yani orada hüzün veren de bir nokta vardı; ben onlardan belki çok daha fazla çalışıyorum, çok daha fazla söz verdiğim gibi, tek başımayken bile aynı pratiği sergilemeye çalışıyorum, ama ben devrimci değilim. Bu nasıl oluyor? “Peki onun devrimi ne ola ki?” sorusu geliyor. Bu durumda elbette ki toplumlara, dünyaya, şuna buna baktığımızda şey konusu benim için de geçerli: Devrim kökten bir değişim. Yani halihazırdaki ilişkilerin, sosyal örgütlenme biçiminin kökten bir değişimi olarak tanımlanırsa, bu tanım benim için de geçerli. Elbette burada şey de çıkıyor; o bitmez tükenmez tartışmalar, ben biraz da yetişemedim, 70 doğumlu olduğum halde, ortaokula başladığımda darbe olmuştu, falan falan, insanlar otobüslerde götürülüyordu. Ama yetişemedim dediğim kısmında devrim hani politik ve sosyal tartışmalarında belki de bizim dönemimiz itibariyle bakıldığında yetişememek bir dezavantaj da değildi. Hani farklı bir tahayyül geliştirmek için, farklı bir şeyler için çabalamak için. Örneğin politik iktidarın fethi anlamında bir devrim bana hiçbir zaman heyecan vermedi. Bu anarşiyle ilişkilenme, anarşinin ve özgürlükçü düşüncenin farkına varma onunla bağ kurmadan önce de kendiliğinden gelişen bir şeydi. Benim anladığım devrim, yine o geleneksel tartışmalarla paralel gidecek olursak, aslında sosyal bir değişim. Sosyal ilişkilerin kökten ve radikal bir değişiminden ben devrimi anlıyorum. Burada elbette ki yine bir sonraki cümleyi aydınlatmak, açmak gerekir. İnsan ilişkileri vesaire durumlarda toplumdaki sosyal örgütlenme radikal bir şekilde değişse de, örneğin bu ister bir yıkım olarak olsun, ister halihazırdaki politik iktidarın dönüşümü, el değiştirmesi olsun, artık biz biliyoruz ki hem günlük hayatlarımızdan, hem de yüzyıllara yayılan toplumsal ilişkilerden biliyoruz, insan ilişkileri “Bugün devrim oldu, yarın her şey değişti” şeklinde olmuyor. Böyle bir şey olmadığının da artık insanlar farkında. Bu durumda o zaman, sürekli bir değişim dönüşüm sürecine yaymak gerekiyor devrimi. Yeni ilişkilerin kurulması, bu yeni ilişkilerin yeniden ve yeniden sorgulanarak kurulması anlamında devrim aynı zamanda bir süreç.
Okumaya devam et