Peter Sloterdijk ile Avrupa ve Amerika'nın Geleceği Üzerine

Geçen sayımızdaki giriş yazısında, Almanyalı düşünür Peter Sloterdijk ve eseri Sinik Aklın Eleştirisi’nden bahsetmiş ve bu eleştirinin bizi nerelere taşıyabileceğini tartışmaya çalışmıştık. Dillendirdiğimiz bu tartışmalar dergi çıktıktan sonra birbirinden değişik görüşlerle yankı buldu. Biz de, bugüne değin buralarda pek bilinmeyen ama çarpıcı görüşler dile getirmiş düşünürleri dergimizin sayfalarına taşıma misyonumuzdan hareketle bu sayımızda da Almanya’da bir hayli popüler bir düşünür olmasına ve hatta çağdaş Alman felsefesini bugün devam ettiren başlıca aktör olarak lanse edilmesine karşın Türkiye’de nedense bugüne kadar pek adı duyulmayan Peter Sloterdijk’a yer ayıralım ve onu biraz daha yakından tanıtalım diye karar almıştık. Ne tesadüftür ki, bu kararı alıp kendisiyle yapılmış söyleşilerden bir derleme hazırladığımız sırada Sloterdijk’ın Türkiye’ye geleceğini öğrendik. Böylece yaptığımız bu çalışma bir kez daha değer kazanmış oldu. 20-22 Ekim 2005 tarihleri arasında, Peter Sloterdijk, çok sayıda yerli ve yabancı düşünürle beraber, İstanbul Goethe Enstitüsü’nün Beyoğlu-Tünel’deki adresi Teutonia’da ‘Philosophie im Wandel’ (Değişmekte Olan Felsefe) başlıklı uluslararası felsefe kolokyumunda konuşmacı olacak ve ‘Tarihin Sonu ve Terörizm’ konulu bir konuşma yapacak. Görüşlerine katılın ya da katılmayın ama hazır buralara kadar gelmişken, bir söz ustası olan bu dünyaca ünlü düşünürü dinlemeden geçmeyin deriz. Davetsiz misafir dergisi yazarları olarak biz de etkinliği yakından takip edecek ve belki kısa da olsa, ‘21. yüzyılda siyaset arayışları’ üzerine bir konuşma yapacağız. Herkesi bekleriz. Bu arada unutmadan söyleyelim, Sloterdijk’ın görüşleri hakkında söyleşi öncesi daha kapsamlı bilgi edinmek için Everest Yayınları’ndan çıkan İnsanat Bahçesi İçin Kurallar adlı kısa metnini alıp okuyabilirsiniz. Bu metin, Sloterdijk’in bugüne değin Türkçe’ye çevrilmiş tek kitabı.

Sloterdijk kimdir?
Peter Sloterdijk bugün Almanya’nın en tanınmış düşünürlerinden biridir. Almanya’da bugün yaşayan birçok insan onun, kadim Alman felsefe geleneğini, İkinci Dünya Savaşı sonrası zamanlarda devam ettiren kişi olduğuna inanıyor. Almanya halkı savaşta çok şeyini yitirmişti. Savaş sadece maddi yıkıma yol açmamıştı, aynı zamanda Almanya, Nazi zulmünden kaçan nice yazarını, sanatçısını ve felsefecisini de bu savaşta kaybetmişti. Ülke dışına çıkan bu düşünürlerin birçoğu bir daha asla geri dönmeyecekti ve hemen herkes çok eski ve köklü bir geçmişe sahip olan Alman felsefesinin savaşla beraber sona erdiğini düşünüyordu. Belki de tam da bu yüzden bugün Sloterdijk Almanya’da bu kadar el üstünde tutuluyor. Zira o, bu geleneğin sürdüğünün ve Almanya’nın 1945 sonrası yeniden yapılandırdığı kültürünün de böyle düşünürler üretebildiğinin yaşayan bir sembolü olarak Almanlar tarafından sahipleniliyor. Elbette, Sloterdijk’in görüşlerinin gerçekten de Kant, Hegel, Nietzsche, Heidegger gibi düşünürlerle mukayese edilip edilemeyeceği ayrı bir tartışma konusu.
1947 yılında Almanya’nın Karlsruhe kentinde doğan, yani bir İkinci Dünya Savaşı sonrası çocuğu olan Peter Sloterdijk, 1968-1975 yılları arasında Münih Üniversitesi’nde felsefe, germanistik ve tarih okudu. Bir süre Hamburg Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra 1980’den itibaren serbest yazar olarak yaşamını sürdürdü ve kültür, din felsefesi, sanat kuramı, psikoloji ve güncel meseleler üzerine yazdı. 1983’de yayımlanan ve Kant’ın o tarihten yaklaşık 200 yıl kadar önce kaleme aldığı Pratik Aklın Eleştirisi’ne nazire yapan eseri Kritik der Zynischen Vernunft (Sinik Aklın Eleştirisi) Almanya‘da büyük bir ilgiyle karşılandı ve daha birkaç ay içinde 40.000 adet satarak, İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonra yayımlanmış en çok satan felsefe kitabı oldu. Kitabın bu kadar ilgi görmesinde kendisinin de dahil olduğu 68 kuşağına yönelttiği özeleştirinin büyük payı olduğu şüphesizdir. Sloterdijk burada, 68’in hararetli solcularının bugün nasıl olup da reklam yazarlarına dönüştüklerini anlatırken, onların kapitalizmin hizmetine Marx’ın bahsettiği gibi ‘yanlış bilince sahip oldukları için’ değil, tam da her şeyin çok da ‘bilincinde oldukları halde’ girdiklerinden dem vurmaktaydı. Onların sinikliği, kandırılmaktan veya yanlış yönlendirilmekten değil, göz göre göre boyun eğmekten kaynaklanıyordu. Bu eleştiriler bugünün kapitalist şirketlerinde üst düzey yönetici olan nice okumuş orta ve üst sınıf mensubu için yeterince manidardı elbette. Ne var ki, Sloterdijk, sinikliğe dair tespitinin ezilen, baskı gören, şiddete maruz kalan işçiler, kadınlar, azınlıklar ve batı-dışı toplulukları kapsamadığı gerekçesiyle daha sonra eleştirilecekti.
Son derece çok yönlü ve üretken bir yazar olan Sloterdijk, bu eserinden sonra çeşitli konularda daha birçok makale ve kitap kaleme aldı ve ironik ve provokatif diliyle her daim dikkatleri üzerine çekti. 1992 yılında Karlsruhe Tasarım Yüksekokulu’nda, medya kuramı profesörü olarak çalışmaya başladı. Kendisi halen Karlsruhe Tasarım Yüksekokulu’nun rektörlüğünü yürütmektedir. Aynı zamanda bir başka düşünür olan Rüdiger Safranski ile birlikte Alman ZDF televizyonunda yayınlanan Das Philosophische Quartett, programını da sunmakta ve bu programda gündemdeki meseleleri felsefi bir açıdan değerlendirmektedir. Popüler bir düşünür olarak kendisine sık sık Almanya’daki başka TV kanallarında yorum yaparken de rastlamak mümkündür.

Filozof Peter Sloterdijk’la söyleşi. Teröre, Avrupa’ya ve ABD’nin bir geleceğine bir bakış

Modern terörizmin kökeni nereye dayanıyor?
Modern terör uzun bir geçmişe sahip ve bu geçmiş Fransa’da Jakobenler tarafından giyotine ihtiyaç duyulmasına kadar uzanıyor. İtalya’da, 19. Yüzyılda bir yerlere bomba koyan anarşistlere ‘dinamitario’ deniyordu, tamamen kullandığı donanımla ilişkili güzel bir mesleki sıfat gibi. Ama bugünkü terör kavramı daha çok zamanın ruhuyla ilişkili, dolayısıyla işin yazılım kısmı vurgulanıyor ve bunun aracılığıyla da olayın etkisine dair bir estetik düşünülüyor.
Churchill Almanya’ya yönelik bombardıman emrini verdiğinde, bizzat kendisini terörist olarak adlandırmıştı. O zaman bu kelimenin anlamı bugüne nazaran daha açıktı ve Churchill büyük ihtimalle yaptığının Hitler’i yenmek için bir araç olarak değerlendirileceğinin farkındaydı. Churchill’in itirafından, o zamanlar bu kelimeye nelerin atfedilebileceğine dair öngörünün henüz muğlak olduğunu anlıyoruz. Eğer korku verici şey Hitler’i alt etmek gibi bir araçsa, o zaman terörist etiketi bir madalya gibi taşınabiliyordu. Churchill bunu yaptı. Arafat’ın da burada böyle bir yaklaşımı vardı.

Ama o zaman bu mantıkla hareket edersek aslında terörün her zaman politikanın bir aracı olduğu sonucunu çıkarmaz mıyız? Bu durumda demokratik siyasetçiyi de hadım edilmiş bir terörist olarak mı görmeliyiz?
Demokrasi, teröre artık ihtiyaç duymamak demektir. Castro ve Arafat’ın ve tabii Menachim Begin’in kariyerleri terörden meşruiyete giden yolu biliyorlardı. Yine de hadım edilmiş terörist tabiri her halükarda Castro ve Arafat gibi figürlere uyuyor, her ne kadar işler hadım edilmekten çok tatmin edilme ile ilgili olsa da.

Bu durumda Arafat en yetenekli Makyavelist mi oluyor?
O 1972’de, hiç de azımsanmayacak sayıda İsrailli sporcunun öldürüldüğü Münih’teki olimpiyat köyü saldırısında hala FKÖ’nün başkanıydı. Tam da orada medya siyaseti konusundaki yeteneklerini gösterdi, zira olimpiyat oyunlarını başarıyla sekteye uğrattığında bir dünya starı haline gelecekti. Kasım 1974’te Arafat, New York’ta, Birleşmiş Milletler’de konuştu ve FKÖ adına büyük bir prestij kazandı. Ve ilk defa Münih’teki dram ile beraber terör ve medya arasındaki sıcak bağlar kurulmaya başladı. Yani 11 Eylül’ün medya ile ilişkisinin kökeninde bu var.

Peki Bin Laden hakkında ne diyeceksiniz?
Bin Laden, üçüncü rüyanın bir aktivisti. O, Amerikan rüyası ve Suudi rüyasının yanına bir İslamcı rüya koydu. Suudiler, Amerikalılarla beraber belki de çağımızın en büyük kaçış kültürünün sahipleri. Paraları hiç bitmediği için, mutlak bir rüyanın içinde yaşayabiliyor, bir uyur gezer gibi yüzyılların arasında gidip gelebiliyorlar. Şimdiden geçmişe ve sonra tekrar bugüne dönüyorlar. Önce 7. yüzyılda çölde Muhammed’in yanında kafaları planlarla dolu çölü aşıyorlar, sonra 18. ve 19. yüzyıllarda Vahabi çilecileriyle flört ediyor ve daha sonra 21. yüzyıla dalıp liberal dünyanın meyvelerini topluyorlar. Arap-Disney-yaşam tarzını hesaplanamaz bir zaman dilimi içinde sürdürmek ve mutlak bir sanal gerçekliğe geçmek neredeyse mümkün. Bin Laden, işte bu Suudi kaçış kültürünün yarattığı bir şey ve ama aynı zamanda da o bir dönme. Amacı, dünya tarihinin en tuhaf ittifakını, ABD ve Suudi Arabistan arasındaki ittifakı parçalamak. Bu ittifak aracılığıyla dünyanın bu iki büyük ‘gerçeklerden kaçış gücü’, birbirlerine bağlanır. ABD’nin zaten saf bir gerçeklerden kaçış ulusu olarak kurulduğunu unutmamak gerekir. Bunun nedeni, eski dünyadan bakılınca kolaylıkla görülebilir. Birleşik Devletler’in nüfusu, başka bir yerde yeni bir başlangıç yapmak üzere mutsuz kitleler halinde bulundukları yerlerden kaçan insanlardan oluşmuştur. Bunlar, içinde yaşadıkları toplumun sıkıntılarından kaçan, kötüden iyiye, iyiden daha da fantastik olana doğru yol aldıklarını düşünen insanlardır. Ne var ki, anormal boyutlardaki petrol bağımlılığı dolayısıyla Amerikan yaşam tarzı tam da Körfez bölgesine bağlanmıştır. Böylece dünyanın iki büyük gerçeklerden kaçış kutbu, ironik bir biçimde birbirlerine bağlanmış oluyorlar. Suudi ve Amerikan rüyaları birbirlerini karşılıklı olarak destekliyor ve koruyorlar.
Böyle ülkeler, kendilerini besleyecek rüya fabrikalarını da ortaya koyarlar. Araplar da kendi mitlerini oluşturuyorlar ve büyük bir tarihin faili olduklarına dair bir efsaneyi şiirselleştiriyorlar. Hava, masallarla ve imparatorluk efsaneleriyle, büyük bir anlatı yaratmanın onlar olmazsa imkansız olacağı epik düşmanlıklarla dolu. Genç insanlar, kahramanlık dolu bir masal paranoyası ile besleniyorlar. Buna göre yakındaki düşmanla evlerinde ve uzaktaki düşmanla da Atlantik’in öte kıyısında savaşmak durumundalar. Bin Laden işte tam da bu yüzden ilginç. Çünkü o, her iki gerçeklerden kaçış gücünün arasındaki işbirliğini sabote ediyor. Bin Laden, karşı rüya fabrikalarının yalnızca alternatif rüya fabrikalarına hizmet ettiğini anlamış gözüküyor.
Gerçek bir kaçış kültürünün vatandaşları, aslında çoktan geçmişte kalmış direnişlere bulaşmak zorunda değiller. Kaçış kültürü zaten direnişlerden, çatışmalardan uzakta yaşamanın hareket motifidir. Ama insan yine de engellerle karşılaşıyorsa, bu geçmişten gelen rahatsızlıkların onun hala peşini bırakmamasından kaynaklanmaktadır. Orada eski dünyadan kaçmış ve eski sıkıntıların hepsini geride bırakmışsındır ve şimdi seni geçmişte kaybettiklerin yeniden arayıp bulmuştur. Oysa aslında en iyisi, sıkıntıyı kendi kaynağından yok etmek olacaktı.

O zaman Amerikanın kuruluş hikayesi ilk başta Avrupa’dan kaçan ve yeni yaşam alanları arayanlarca temellendirilmişti diyebilir miyiz?
Bu hikaye doğu kıyısında başlamış ve batıya doğru ta ki, Pasifik kıyısına ulaşılana kadar sürmüştü. İşte tam da orada insanların kaçışı yeniden materyalize ettiği ve yeniden düşündüğü Hollywood kuruldu.
Gerçekten de batıya gitmek tüm modern çağ için temeldir. Avrupa’dan yola çıkarak Atlantik üzerinden geçmek ve daha sonra doğu kıyısından batı kıyısına ulaşmak. Yine de bununla bu büyük kaçış eğilimi sona ermedi. Pasifik’in kıyısına varınca karşılaştıkları okyanusun duvarına toslayıp birikmeye başlayan kaçış enerjisi bu kez de önü bir barajla kesilen akarsu gibi yukarıya doğru yükseldi. Böylece Kaliforniya, ilk kez bir ‘Go high, Go easy, Go rich, Go famous’ (yüksel, sakin ol, zengin ol, ünlü ol) ülkesi olarak ortaya çıkmış oldu. Her yerde aynı dinamik; kolaya, eğlenceli olana, romantik olana aynı kaçış söz konusuydu. Ama her an depresif güçlerin onların yakasına yapışacağı korkusu da bir türlü peşlerini bırakmadı. Birçoğu bu kaçıştan yoruldular ve bu koşuyu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Acaba ABD’nin bir uyuşturucu ve yatıştırıcı maddeler cenneti olması bir tesadüf mü? Ya tartılarının onlara, bu kaçış sporunun iyi gelmediğini söyleyen obezlerin cehennemine ne demeli? Uyuşturucu alt kültürü ile bu tüketim toplumunun çok fazla ortak yanı var hiç şüphesiz. Uyuşturucu tüketicisi kendi sonunun farkında olduğu halde bu kaçıştan kendini alıkoyamaz. Ve kendi yıkımı kendinden kaçışıyla ona daha da yakınlaşmaktadır.

Peki ulus inşasını ve demokrasi fikrini, bazen silah zoruyla da olsa, ihraç etmeye çalışmak da bu gerçeklerden kaçış kültürünün bir dışavurumu mu?
Ulus inşası, o bölgede yaşayan bu sürecin olası takipçilerini baştan çıkarmak için girişilmiş bir denemedir yalnızca.

Buna gerçekten inanıyor musunuz?
Tabii ki hayır. Hayır, çünkü Amerikalılara güvenmek istemiyorum ve onların girişimlerine başarılar dilemek de istemiyorum. Her şeyden önce ulus inşası, 1789 devriminden sonra Fransız dünya politikasının saldırgan aşamasıyla karakterize olur. Napolyon’un kişiliğinde vücut bulan Fransızların demokratik mesihçiliği, bugün Amerikalıların yaptıklarıyla karşılaştırılabilir ve elbette ilkinin sonuçları ikincisi için ibret vericidir. Bu politikanın yol açtığı sıkıntılar ancak Napolyon’un ölümünden 150 yıl sonra temizlenebilmiştir.

Bir örnek verebilir misiniz?İspanya ve Almanya’nın başına gelenleri ele alın. Her ikisi de Napolyonik ulus inşasının hedefleriydiler. İspanya’da bu süreç Franco’nun 1976’daki ölümüne kadar sürdü. Napolyon daha 1808’de, üç yüz bin adamın komutanı olarak Madrid’in önüne varmıştı, tabii ki bir özgürleştirici ve insan haklarının koruyucusu olarak. Bir tokatla, zavallı İspanyollar bir anda Fransız Devrimi’nin müthiş kazanımlarından pay sahibi olacaktı. Burada işgalcilerin tarafından hiçbir yanlış söz duyulmuyordu. Ama sonunda ne oldu? İspanya’nın toprağa bağlı köylüleri, fakirlerin arasındaki en fakirler, bir araya geldiler ve özgürleştiricilerin ordusundan genç adamları alıp onları büyük bir nefretle kıyıma uğrattılar. ‘Gerilla’ dendiğinde her seferinde akla gelen ilk olay budur. İspanyollar bundan sonra, demokrasiye yönelik bir yol bulabilmek için yaklaşık 170 yıla ihtiyaç duydu. Almanya’da da işler çok daha iyi gitmedi elbette. Çünkü, Fransa karşıtlığının sonuçları öyle bir noktaya vardı ki, Alman ulusal hareketinin fikriyatını aydınlanmanın ideallerinden kopardı. Bunun sonuçları 1945’te tüm çıplaklığıyla gözler önündeydi. Kısacası, Avrupalılar biliyorlar ya da bilmeliler ki, ithal özgürleştirmelerden ve ithal demokratikleştirmelerden kaçınmak gerekir. İthal demokratikleştirme ile en iyi ihtimalle piyasa ilişkileri üzerine kurulmuş demokrasi maskesi altında diktatörlükler elde edilebilir.

Bu koşullar altında sizce 21. yüzyılda nasıl bir dünya göreceğiz?
21. yüzyılda dünya, her olasılıkta küresel ve otoriter bir kapitalizme doğru mutasyon geçirecek. ‘Teröre karşı savaş’ ve İslamcıların romantik cihat tasavvurları ile savaş kapitalizmi bizi zaten çok yakınımızdan vurmaya başladı. Koşullar onu gösteriyor ki, pek yakında artık demokrasiye daha da az şans tanınan bir düzene geçeceğiz.

Burada entelektüellerin görevi demokrasiyi kökenlerinde yeniden hatırlamak mı olmalıdır?
Temelde öyle ama entelektüellerin kendileri de bu kökenlerin nerede yattığını tam olarak bilmiyorlar.

Yorum bırakın