Devlet'e Karşı Savaş: Stirner ve Deleuze'ün Anarşizmi

Yazan: Saul Newman
Çeviren: Kürşad Kızıltuğ

Max Stirner’in çağdaş siyaset teorisi üzerindeki tesiri çoğunlukla ihmal edilmiştir. Bununla beraber, özellikle iktidarın işlevini göz önünde tutarsak, Stirner’in siyasi düşüncesi ile postyapısalcı teori arasında şaşırtıcı bir yakınlık bulabiliriz. Örneğin Andrew Koch, Stirner’i, çoğunlukla içine yerleştirildiği Hegelci geleneği aşan bir düşünür olarak görür; yapıtının, bilgi ve hakikatin temelleri hakkındaki postyapısalcı düşüncelerin bir habercisi olduğunu öne sürer (Koch 1997). Koch, Stirner’in, Devletin felsefi temellerine bireyci meydan okuyuşunun, Batı felsefesinin aşkın epistemolojisine bir karşı çıkış ortaya koyarak sınırlarına kadar ulaştığını kanıtlamaya çalışır. Koch’un Stirner ve postyapısalcı epistemoloji arasında kurduğu bu bağlantının ışığında, ben de Stirner’in, bir postyapısalcı düşünür olan Gilles Deleuze ile Devlet ve siyasal iktidar sorunu üzerine yakınlaşmasına bakacağım. Bu iki düşünür arasında pek çok önemli koşutluk mevcut, her ikisi de değişik biçimlerde, Devlet ve otorite karşıtı filozoflar olarak görülebilirler. Stirner’in Devlet eleştirisinin, Deleuze’ün Devlet düşüncesini postyapısalcı reddedişini ondan çok daha önce ortaya koyduğunu ve daha da önemlisi, onların özcülük karşıtı, hümanizm sonrası anarşizmlerinin, klasik anarşizmi aştığını, böylece onun sınırlarını da yansıttığını göstermek istiyorum. Bu bildiri, devlet otoritesinin temelini biçimlendiren insan özü, arzu ve iktidar [kavramları]i arasındaki bağlantılara bakıyor. Böylece, Koch Stirner’in, Devletin epistemolojik temellerine yönelik reddi üzerine odaklanırken bu bildirinin vurgusuysa Stirner’in radikal ontolojisi -hümanizm, arzu ve iktidar arasındaki zor fark edilen bağların maskesini düşürmesi- üzerinedir. Ayrıca, Stirner ve Deleuze’ün uğraştığı hümanist iktidarın bu eleştirisinin, bizlere Devlet baskısına karşı çağdaş direniş stratejileri sunabileceğini de göstermeye çalışacağım.
Her ne kadar Stirner ve Deleuze arasında önemli benzerlikler varsa da, aynı zamanda pek çok önemli fark da vardır, birçok açıdan, bu iki düşünürü bir araya getirmek alışılmadık bir yaklaşım olarak görülebilir. Örneğin, Stirner, Marx’la beraber bir Genç Hegelciydi, yapıtları Alman İdealizminin, özellikle de Feuerbachçı ve Hegelci türünün aşırı derecede bireyci bir eleştirisi olarak ortaya çıktı. Öte yandan Deleuze, Foucault ve Derrida’nın yanı sıra, postyapısalcı düşünürlerin önde gelenlerinden biri olarak değerlendirilen bir yirminci yüzyıl filozofuydu. Deleuze’ün eseri Hegelciliğe bir saldırı olarak görülebilirken, siyaset bilimden psikanalize, edebiyata ve film teorisine kadar farklı ve çeşitli yollar izler. Stirner, genelde postyapısalcı bir düşünür olarak değerlendirilmez, Koch’un yol açıcı makalesi ve Derrida’nın Marx üzerine eseri (Derrida 1994) haricinde, çağdaş teorinin ışığı altında nerdeyse hiç dikkate alınmamıştır. Bununla beraber, belki de sorun postyapısalcılık gibi etiketlerdir, bu iki düşünür arasında -özellikle onların siyasal baskı ve otorite konusundaki eleştirilerinde- birkaç çok önemli düzeyde birleşme noktası vardır, öyle ki kimileri bundan rahatsız olabilirler ve eğer bu tür etiketlere saplanıp kalmışlarsa itiraz edilebilirler. Etiketlerin, özcü kimliklerin, soyutlamaların ve sabit fikirlerin zorbalığına karşı bu kesin itirazda -düşünceyi sınırlayan otoriter kavramlara yönelik bu saldırıda- Stirner ve Deleuze bir tür ortak zemine ulaşırlar. Bu, aralarındaki farkları göz ardı etmek değildir, bilakis, bu farkların, önceden belirlenemez ve olumsal bir biçimlenme yolunda, Deleuze’ün deyişiyle yeni siyasal kavramlardan hareketle şekillendirilebilecek “dayanıklılık planı”nda nasıl birlikte tınladıklarını göstermektir.
Okumaya devam et

Stirner ve Foucault: Post-Kantçı Bir Özgürlüğe Doğru

Yazan: Saul Newman
Çeviren: Kürşad Kızıltuğ

Max Stirner ve Michel Foucault çoğunlukla birlikte incelenmeyen düşünürlerdir. Yine de, uzun süreden beri ihmal edilen Stirner’in, çağdaş postyapısalcı düşüncenin bir habercisi olduğu iddia edilebilir.1 Hakikaten, Stirner’in Aydınlanma hümanizmi, evrensel akılcılığa ve özsel kimliklere dair eleştirileriyle, Foucault, Jacqués Derrida, Gilles Deleuze ve diğerlerinin geliştirdikleri benzer eleştiriler arasında pek çok alışılmadık koşutluklar vardır. Bununla beraber, bu makalenin amacı, yalnızca Stirner’i postyapısalcı gelenek içine yerleştirmek değil, daha ziyade, onun özgürlük sorunu hakkındaki görüşünü incelemek ve Foucault’nun, iktidar ilişkileri ve özneleşme bağlamındaki kendi genel düşüncesinin gelişimiyle olan bağlantılarını keşfe çıkmaktır. Geniş bir açıdan bakarsak, her iki düşünür de, çoğunlukla bizzat baskıcı olan özcü ve evrensel önvarsayımlar içeren klasik Kantçı özgürlük düşüncesini son derece sorunlu olarak görürler. Bunun yerine, özgürlük kavramı yeniden düşünülmelidir. Bundan böyle bu kavram, baskıdan özgürleşmek anlamına gelen olumsuz
terimler içinde görülemez; buna karşın bireysel özerkliğe dair, özellikle de bireyin yeni özneleşme kipleri inşa etmesi özgürlüğü anlamında, çok daha olumlu düşünceler içermelidir. Göreceğimiz gibi Stirner, hep beraber özgür olmaya dair klasik düşünceyi gereksiz kılmış ve bu radikal bireysel özerkliği tarif eden kendi olmak* (Eigenheit) teorisini geliştirmiş. Özgürlüğün özcü olmayan bir biçimi olarak bu tür bir kendi olmak teorisinin, eleştirel bir ethosu ve kendiliğin estetikleştirilmesini içeren Foucault’nun özgürlük projesiyle birçok benzerlikleri olduğunu öne sürüyorum. Gerçekten de Foucault, özgürlük söyleminin antropolojik ve evrensel akılcı temellerini soruşturur ve özgürlüğü etik pratikler açısından yeniden tanımlar.2 Hem Stirner hem de Foucault, çağdaş anlamda özgürlüğü anlamak için hayati öneme sahiptirler -özgürlüğün, bundan böyle, akılcı mutlaklar ve evrensel ahlâk kategorileri tarafından sınırlandırılamayacağını gösterdiler. Özgürlük anlayışını Kantçı projenin sınırlarından kurtararak, -kendiliğe dair somut ve olumsal stratejiler üzerine oturtarak- daha öteye taşırlar.
Okumaya devam et

ek$isözlük, otostopçu ve her şey

ideal sözlüğün yönü:
girişte, sonunun skynet gibi olmamasını umarak sözlük'ü kullanıcıların hem reseptör hem de motor nöronları (ve kullanıcı bilgisayar etkileşiminin nöronlar seviyesindeki işlemler) olduğu bir çeşit sibernetik organizmaya benzeteceğim. wap sözlük ve inşası hala sürmekte olan eksi sozluk mobile sayesinde kısmen gerçekleşmeye başlayan bu ekşi sözlük idealine göre sözlük, organizasyonunu geliştirerek yavaş yavaş bir organizmaya dönüşüyor. entryler telepatiyle giriliyor, her kullanıcı, ait olduğu seviyeye izin verildiği kadarıyla sözlükte meydana gelen her değişimden, eklenen ve silinen entry'lerden, katılan ve uçan kullanıcılardan, olan bitenden anında haberdar oluyor. moderatörler gibi özelleşmiş hücreleri de olan sözlük, kullanıcı sayısını artırarak sanal mekanda, en bariz örneği zirveler olan etkinliklerle de gerçek mekanda gelişiyor. sözlük dendikçe aklıma kendi kodunu değiştirebilen böyle bir model geliyor.

interaktif sözlüğün işlevi:
yaratıcılığın müzik, resim, origami vb. gibi özel bir alanında ihtisasımız olmadığı için zihnimizde olan biteni görüntü ve seslerle ifade edemeyen biz sıradan faniler, düşüncelerimizi kelimelerle kuruyoruz, onları diğer insanlarla kelimeleri kullanarak paylaşıyor, tanımlayamadığımız hislerle yüklendiğimizde huzursuzlanıyoruz.
kullandığımız kelimelerin anlamlarının söyleyeceklerimize etkisine dair douglas hofstadter gödel, escher, bach adlı kitabında şöyle diyor: “… sözcüğünü usavurmanın düşünce süreciyle tanımlanmış birkaç biçimde kullanırız. yani, …'yı kullanmak için uymak zorunda olduğumuz kurallar vardır. bunların bilincinde olmayabiliriz, ama sözcüğün anlamı üstüne temellenmiş işlemler yaptığımızı iddia etme eğilimindeyizdir; ama sonuçta bu yalnızca, asla açıklığa kavuşturamadığımız kurallarca yönlendirildiğimizi söylemenin dolambaçlı bir yoludur. sözcükleri bütün yaşamımız boyunca belli örüntüler içerisinde kullanırız, ve örüntülere 'kurallar' demek yerine, düşünce sürecimizin seyrini anlamlara yükleriz.” (çev: ergün akça, hamide koyukan)
Okumaya devam et

Synthesizerlar: Çağdaş Bestecinin Protezleri

“Günümüz bestecisi ölmeyi reddediyor”
Edgard Varese

“Bir parça ses alabilir, onu çalabilir, elimizde ufalanmasından endişe duymadan onunla oynayabiliriz. Bu basitçe sesin sonsuza kadar hatırlanacak bit’ler halinde depolanmasıyla ilgili.”
Paul Lansky

Flu
“İnsan” izole edilmiş bir varlığa karşılık olarak kullanılan ideal bir kavram. Kapalı bir bütünlükmüş gibi lanse edilse de, hukuk, eğitim vb. türlü sistemlerimiz insanın bu tür bir algısı üzerine inşa edilmiş olsa da (Şu bilgileri aklında tuttu. Bir eylem yaptı. Suç işledi: sorumluluk ona ait. Tüm bu sonuçların nedeni o = neden-sonuç zincirinde neden arayışının erken sonlandırılması) en basitinden onu alıp atmosferin dışına koyarsak veya belli bir sıcaklık aralığının dışına çıkarırsak, insan olma vasfını anında yitirecektir.
Bu şaşılacak/enteresan bir şey değil, sadece bilinçli olanların değil her türlü varlığın bir özelliği: sınırlarının kesin çizilememesi, varlığını diğer varlıklarla (çevresiyle) ilişkisi üzerinden/sayesinde sürdürmesi, bir şeyin o şey olma vasfının etkileşimlerine bağımlı olması… Tıpkı bir dağın olduğu yerde kalabilmesi için dünyanın çekim gücüne maruz kalması veya durduk yerde dağılıp gitmemesi için, parçaları, yani alt seviyedeki “bütünlük”leri, olan atomlar arasındaki bağlara ihtiyaç duyması gibi, insan da türlü fiziksel niceliklerin belli aralıklarında, belli maddesel/manevi çevrelerde varolabilen bir varlık, bunda gocunulacak bir şey yok.
Bence şaşırtıcı olan bizim nasıl olup da kendimizi çevresinden bağımsız bir kendi olarak algılayabiliyor olmamız. Bunun aralıksız propagandasına maruz kalmamızdan herhalde. Türlü kimlikler ve kimliğe dair muhabbetler, özne/nesne/yüklem ayrımı üzerine kurulu dil(bilgisi), çevre üzerinde mutlak bir kontrol/hakimiyet hissi, (kontrolden çekinmeme, kontrolün, en basitinden hareket ettirmenin doğal görülmesi), özel/cins isimler, irade üzerine çok düşünmemiş olma, alınan kararların ve yapılanların nedenleri hakkında kesinlik yanılsaması…
Oysa esas olan “flu”luktur. Kesin çizgi, ayırım yoktur. Netlik fotoğraflarda aranan yapay bir özelliktir. Hoca sınıfa baktığında sınırları belirlenmiş (üniforma ve altındaki deri), kendilerine ayrılan mekanlara (sıralar) konumlandırılmış, tek başlarına değerleri olan (not), birbirinden ayrı (matematikteki değişkenler terminolojisiyle birbirinden bağımsız ve böylece kontrol etmesi daha kolay) kişiler görmek ister. İçiçe geçmiş figürler, karışmış gazlar ve muğlaklık istemez. Psikoloji bir “ben”in oluşmasını esas hedef seçer. Onun yokluğu (veya çiftliği veya çokluğu veya diğerlerine geçişmişliği) olgunlaşamama, yetişkinliğe adım atamama, toplumsal hayata bir birey olarak katılamama demektir.
Özellikle organizasyonsal varlıklarda bu çevreye bağımlılık daha da yüksek. Bir miktar boyayı rastgele saçtığımızda, “saçılmış bir boya var”, demekten fazlasını yapamazken, aynı boya bir resim oluşturacak şekilde bir araya getirildiğinde bir eserin varlığından söz edebiliyoruz. Onun “resim” oluşunu, dolayısıyla bir resmin varolmasını da, onda bir desen algılayabilme yetisine sahip zihinlerin bulunduğu etrafı belirliyor.
Okumaya devam et

Vampircilik ve Ruh Durumları

WarnerBros’un Joss Whedon tarafından yazılıp yönetilen dizileri Buffy 1997’de ve Angel 1999’da ABD’de yayınlanmaya başladı. Daha sonradan tüm dünyada fanatiklerini oluşturan ve Türkiye’de CNBC-e’de özellikle genç üniversiteli seyircileri sürükleyen, Pazar akşamlarını bir süreden beri evde geçirttiren bu iki diziden Buffy, 18 Temmuz’daki finaliyle bizlere veda etti. Su anda ne yazık ki, Angel’ın son sezonu, izleyicisiyle her Pazar saat 20:00’da buluşuyor. Bu dizileri seyretmeyen ama korku ve fantastik kurguya aşina kitle ise Buffy ve Angel’ı kötü makyajcılık ve başarısız vampir miti uyarlaması yapmakla suçlamaktan geri kalmıyor. Öyleyse kimileri şu an niye Buffy ve Angel’ın eski sezonlarını netten indirmekle fanatik bir şekilde meşgul oluyor?

Vampirsiz yaşayabilir miyiz?
Öncelikle belirtilmesi gereken Buffy ve Angel dizilerinin sıradan bir vampir miti uyarlaması olmadığı ve aslen lise hayatı maceralarını ve rekabet ortamını (Buffy) veya şehir hayatı karmaşası ile kapitalizm bileşkesini (Angel) metaforik düzlemde sunduğudur. En basitinden başlanırsa, Buffy’de, avcının savaştığı kötü güçler; vampirler, zebaniler ve diğerleri, California Sunnydale Lisesi’nin bodrumunda cehenneme açılan bir kapının arkasında bulunmaktadır. Burada Whedon’ın basitçe değinmek istediği konu lise hayatının cehennemden başka bir tat vermediği olarak gözlerimizin önüne seriliyor.
Okumaya devam et

Paul Virlio ile Söyleşi: "Hız Kirliliği, Yeni Teknolojiler ve Savaşın Geleceği"

Mimari profesörlüğü, film eleştirmenliği, şehir planlamacılığı, ordu tarihçiliği, barış stratejistliği ve entelektüel provokatörlük yaptığı çeşitli çalışmaları boyunca Fransız yazar Paul Virilio bir yandan da bir düzineden fazla kitap üretti. Yazıları gündelik olgulardan (tren enkazları ya da şehir planlaması alanında yapılanlar) egzotiğe (hisse senetlerinin düşüşü ve ultramodern savaş makinesi) doğru eşi az bulunur bir alana yayılır. Hitler’in “Atlantik Duvarı” üzerine bir çalışma olan ilk kitabı Bunker Archeology'yi (Ambar Arkeolojisi) yazdığı günden beri Virilio, hızın siyaset üzerindeki etkilerinden (dromokratik devrim), savaş ile sinemanın eş zamanlı evrimine (algının lojistiği) kadar uzanan çalışmalarıyla, modern düşünce içindeki temel kalıpları ve mevcut disiplinleri çaprazlamasına kesen yapıtlar vermiştir. Yakıcı zekasını teknolojinin savaş, beden ve medya üzerindeki etkilerini incelemeye adamış olan düşünürle yapılmış bir söyleşiyi sunuyoruz aşağıda.

“Yazar” öldü mü?
Yazılı çalışma, ekranın davetkâr gücü tarafından tehdit ediliyor, özellikle de canlı ekran, canlı yayın tarafından. Ama imge tarafından değil – kitaplarda da her zaman imgeler oldu; mimaride her zaman imgeler oldu, freskler ve vitraylar gibi. Yazıyı tehdit eden, televizyondaki eşzamanlılık. Yazı hep ertelenmiş zamandadır – hep sonraya bırakılmış, geciktirilmiş. Eğer imge canlıysa, ertelenmiş zaman ve şimdiki zaman arasında bir çatışma olur ve bu yazıya ve yazara büyük bir tehdittir.

Bu yüzden mi film hakkında yazıyorsunuz?

Sinema kinematik kökenleri dolayısıyla benim inanılmaz ilgimi çekti. Benim bütün çalışmalarım dromotolojiktir zaten, yani hızbilimle ilgili. Metabolik hız, süvariliğin tarihi rolü ve insan vücudunun, sporcunun hızıyla uğraşınca, kaçınılmaz olarak teknolojik hızla da ilgilenmeye başladım. Şüphesiz, göreceli hızdan sonra (demiryolu, havayolu) mutlak hız vardı – elektromanyetik dalganın sınırlarına geçiş. Sinema, bu ikisinin arasındaki bir safha olarak ilgimi çekti – imgelerin harekete geçirilmesi. Gitgide ışık hızı sınırına daha çok yaklaşıyoruz. Bu çok önemli bir tarihsel olaydır.
Okumaya devam et

L.Emin’in Gemileri

Yazan: Yasin Kaya

Yükseldi binalar, güneşi zaptettiler. Dumanlar yükseldi göğe bulut oldular ama yağmur yağdırmadılar. Gece ve gündüz süresi hiçbir zaman eşitlenmedi ve eşitlenmeyeceği kesinleşti. Her yeri gece zaptetti. Kıtaların buluştuğu yer diyorlardı oraya, tüm gezegenin insanları buluştu orada. İstanbul, yükselen binaların gölgesinde binbir türlü insanları sakladı. Kuytu köşelerden başladı çöküş. Ahlak zaten bitmişti, yerine yenisi de koyulmamıştı. Tek yasa olarak cool olmak kalmıştı ve cool’luk tanımını her ay bildiren kurum da cool olmayanların elindeydi. Önce elektronik postalarla çöktü e-devlet, sonra sanal portallar yağmur duası yapanlarla doldu. Kültürün sonu gelmişti ve her geçen gün fiziksel dünyayı içine alıyor, şehri yok ediyordu; dünya sonuna yaklaşıyordu.
Tek hayat, tek amaç olarak belirlenmişti dünyanın yasası. Binlerce yıl öncesinden doğa bu amaç doğrultusunda kullanılıyordu. Yükseldi fabrika bacaları, apartmanlar yükseldi. Doğa bakire bir kadındı ve kızlığını bozdular, sonrasında bir fahişeye döndürdüler.
Okumaya devam et

Tirad

– Konuş!
– Hissin kendisi maddeden bağımsızdır, kabul. Ne de olsa hissedilenin nerede meydana geldiğini söyleyemiyoruz. İşte “hissin meydana gelmesi” bile garip bir ifade oluyor. Hangi meydan? Ama ben bundan, özün algoritmada olduğunu iddia eden görüşü çıkaramıyorum. Hani, insanı insan yapan esas unsurların; ruhun, duyguların, düşüncelerin hep bu maddesel olmayan yapısını örnek gösterip bunların analojisi olarak algoritmayı ve onun uygulanmasını sağlayacak soyut dizge olan yazılımı seçen görüş; şu sıralar pek bir yaygın olan, çocuklarımıza aktardığımız görüş…

Sırf çok amaçlı işlemciler piyasaya egemen oldukları için yazılım ana mühendislik alanı haline geldi diye donanımın önemini görmezden gelemeyiz ki. Belki icatların daha uç noktalara çıkabilmeleri için bir uzmanlaşma alanı seçmek, dikkati yoğunlaştırmak için bakış açısını daraltmak gerekiyordu ama yeni kuralları ilan etmeden önce düşünce yapımızı kendi ellerimizle kısıtladığımızı unutmamalıyız. Bedensiz algoritma hissedemez, yaratamaz, ayrıca silikonla karbonun da tatları farklıdır.
Okumaya devam et